Ezbere Dayalı Hizmet İçi Eğitim Gerçeği

/ /

 

Eğitim camiasında en çok konuşulan ama en az dönüştürülen konulardan biri, öğretmenlere yönelik hizmet içi eğitimlerdir. Her yıl binlerce öğretmen ekran başında, seminer salonlarında ya da toplantı odalarında sayısız eğitime katılmaktadır. Ancak şu soruyu sormak gerekir: Bu eğitimler gerçekten öğretmenin sınıfına, öğrencisine ve mesleki gelişimine dokunuyor mu?

Ne yazık ki çoğu zaman hayır. Çünkü bu eğitimler öğretmeni “katıldı/katılmadı” ibaresiyle değerlendiriyor. Katılım ölçülüyor, ancak katkı ölçülmüyor. Dinlemek zorunlu tutuluyor ama anlamak sorgulanmıyor. Uygulama beklenmiyor, değişim ise hiç hesaba katılmıyor.

Sonuçta öğretmen eğitim bitince bir katılım belgesi alıyor; ancak yeni bir beceri edinmeden sınıfına dönüyor. Yöntemler, araçlar ve sorunlar yine aynı kalıyor. Çünkü hizmet içi eğitimler, öğretmenin gerçek ihtiyacına, okulun özgün yapısına veya öğrencilerin farklılıklarına göre değil; merkezden gönderilen tek tip içeriklere göre planlanıyor.

Tam da bu noktada Sokrates’in “at sineği” benzetmesi önem kazanıyor. Bugünkü hizmet içi eğitim sistemi, dev bir gövde gibi uyuşmuş durumdadır. Hareket etmiyor, refleks göstermiyor. Ancak rahatsız edilirse, yani sorgulanır ve dürtülürse bir kıpırdanma gösteriyor. Öğretmenin zihnine, kalbine ve sınıfına temas etmeyen bu kısır döngüyü sorgulamak, tam da bir “at sineği” görevidir. Çünkü bu rehaveti biz bozmazsak, dışarıdan kimse bozamaz.

Peki, Çözüm Nerede? Hizmet içi eğitim “bilgi aktarımı” olarak görülmemeli; öğretmenin günlük deneyimlerine dokunan, etkileşimli, uygulamalı, yapay zekâ destekli ve okul temelli bir mesleki gelişim modeli benimsenmelidir. Gerçek gelişim, öğretmenin yaşamına değen ve sınıf pratiğiyle desteklenen süreçlerle mümkündür. Bunun için birkaç temel adım öne çıkar:

  • Tüm öğretmenlere aynı içeriği sunmak yerine, her öğretmenin bireysel ihtiyaçları, görev yaptığı okulun koşulları ve öğrencilerin farklılıkları dikkate alınmalıdır. Eğitim, gerçek ihtiyaç analizine dayanmalıdır.
  • Eğitim modülleri salt teorik bilgiyle sınırlı kalmamalı; sınıfta doğrudan kullanılabilecek etkinlik örnekleri, araçlar, gözlem formları ve meslektaş değerlendirmeleri içermelidir.
  • Aynı okul ya da bölgede görev yapan öğretmenler arasında deneyim paylaşımı ve birlikte öğrenmeyi teşvik eden topluluklar kurulmalıdır. Öğretmen yalnız olmadığını, bir gelişim topluluğunun parçası olduğunu hissetmelidir.
  • Eğitim, merkezden gönderilen hazır programlarla değil; okulun ve bölgenin özgün ihtiyaçlarına göre, yerinde ve katılımcı biçimde planlanmalıdır.
  • Eğitim sonrası, öğretmenler deneyimli meslektaşlarıyla eşleştirilerek sınıf içi uygulamalar izlenmeli, edinilen bilgilerin günlük pratiğe nasıl yansıdığı takip edilmelidir.

Sonuç olarak, her eğitimin sonunda şu sorunun cevabı aranmalıdır: “Bu eğitim, öğretmenin sınıfında neyi değiştirdi? Eğer bu soruya “hiçbir şeyi” cevabı veriliyorsa, sistemin artık uyarılmaya ihtiyacı var demektir.

İşte tam bu noktada bizler, eğitimdeki “at sinekleri” olarak sorumluluk üstlenmek zorundayız. Çünkü gerçek değişim, rahatsız eden ve düşündüren seslerle başlar. Eğitim, ancak bu cesur sorgulamalarla yeniden anlam kazanabilir